Roma'ya Sevgilerle

Sedef HIZLAN profil resmi

Kategorisi : Vizyon Filmleri

Yayınlanma tarihi : 02.11.2012

Etiketleri : Ellen Page, Penelope Cruz, Alessandro Tiberi, Roberto Benigni, Fabio Armiliato, Roma, Woody Allen


Woody Allen görülesi Avrupa ülkelerini göstermeye devam ediyor seyirciye. Match Point’te Londra’yı, Vicky Cristina Barcelona’da Barselona’yı,  Midnight in Paris’te Paris’i görmüştük. Şimdiki durağımız To Rome With Love filmiyle Roma oldu. Roma benim şahsi olarak da çok beğendiğim, yedi kere bulunduğum ve her seferinde daha fazla hayran kaldığım bir şehir. Tarihi yapısıyla adeta bir açık hava müzesi, insanlarıyla çok sıcak, yemekleriyle oldukça lezzetli bir yer. Hal böyle olunca şüphesiz film çekmek için de stüdyo içinde set kurmaya gerek kalmadan, seyirciye en güzel görüntüleri sokaklarda gösterebileceğiniz mükemmel bir alan. Hele ki filmin yönetmeni Woody Allen gibi şehirleri en iyi şekilde göstermeyi bilen bir adamsa. Hikayeyi bırakın, sırf şehri görmek için bile gidilecek kadar güzel işlenmiş bir filmle karşı karşıyayız. Fakat tabii ki bütün bunların yanı sıra başarılı bir şekilde anlatılmış hikayesi hatta hikayeleri var filmin. 

Güzel Roma’ya sevgilerini dört farklı hikaye üzerinden gönderiyor Allen. Bu dört hikayenin ortak noktası mı? Tabii ki Roma. Kahramanlarımızın bazıları İtalyan bazıları yabancı ama hepsi aynı zaman diliminde Roma’da bulunuyor. Bu dört farklı hikayeyi ayrı ayrı ele almakta fayda var. 

Woody Allen’dan görmeye alışık olduğumuz tarzda bir hikayeyle başlayalım. Romaya tatile gelen mimar John (Alec Baldwin), kendisi gibi mimar olan, üstelik John’un gençliğini anımsatan Jack’le tanışır. Jack Roma’da sevgilisiyle birlikte yaşamaktadır ve sevgilisinin çekici arkadaşı Monica (Ellen Page) onlara bir süre kalmaya gelir. John, Jack’in Monica’ya gün geçtikçe aşık olduğunu görüp kendi acı hikayesini anımsar. Dediğim gibi yasak ilişkiler, aldatma Allen’ın sevdiği, daha önce de sıkça işlediği konular arasında. Bu hikayeyi de ilişkilere direk bir gönderme olarak düşünebiliriz ama Allen bunu o kadar naif bir şekilde yapıyor ki; göze batmıyor, rahatsız etmiyor. Sadakatsizliği, romantik ve sevgi dolu bir şekilde ele alıyor. Ne aldatan karaktere kızabiliyoruz ne de onu baştan çıkarana. 

Yol sorarken yakışıklı bir İtalyan avukatla tanışan şanslı bir Amerikalı kızın hikayesiyle devam edelim. Roma gibi romantik bir şehirde, Piazza di Spagna’yı, Fontana di Trevi’yi (Türkçe meali: Aşıklar Çeşmesi) bir İtalyan’la gezdikten sonra aşık olmamak mümkün değil zaten. Hayley (Alison Pill) ve Michelangelo’nun (Flavio Paranti) ilişkileri kısa sürede ilerliyor. Bu nedenle kızımızın ailesi dünürleriyle tanışmaya Roma’ya geliyorlar. Burada kız babası olarak Woody Allen’ın başarılı performansını izliyoruz. Kendisine eşlik eden rol arkadaşı Judy Davis’le oldukça uyumlular. Aralarındaki atışmalar filme renk katıyor, izleyiciyi eğlendiriyor. Tabii amaç sadece eğlendirmek değil,  aynı zamanda eleştiriyor da Allen. -Şahsi görüşüme göre Amerika’lı Woody Allen’ın Avrupada Euro harcayarak film çekmek biraz sinirini bozmuş olacak- sıkça Dolar’ın Euro’dan daha düşük olması nedeniyle yapılan eleştiriler dikkat çekiyor. Ancak bu hikayenin en önemli noktası ünlü İtalyan tenor Fabio Armiliato’nun, Giancarlo yani Michelangelo’nun babası rolüyle filme konuk olması. Hikayeye göre Giancarlo sadece duşta güzel şarkı söyleyebiliyor. Jerry (Woody Allen) ise bu yeteneği insanlara tanıtarak hem saklı kalmasını engellemek hem de adını duyurmak istiyor. Böylece ortaya komik bir hikaye çıkıyor. Ancak hikayenin yanı sıra Armiliato’nun seslendirdiği aryalar bir müzik ziyafeti yaşatıyor seyirciye. Roma’yı anlattığı filmde Allen, İtalyan operasını ele almadan geçmiyor yani. 

Üçüncü hikayemizin başrolünde La Vita E Bella filmiyle tanıdığımız Roberto Benigni’yi, tipik bir İtalyan ailesi babası Leopoldo rolüyle izliyoruz. Leopoldo ailesiyle birlikte son derece sıradan, orta sınıf bir hayat yaşarken, aniden ne olduğunu anlamadan ünlü oluyor ve bütün hayatları değişiyor. Gazeteciler ve kameralar her adımını izliyor, sürekli televizyona çıkıyor hatta kadınlar bile Leopoldo’nun peşinden koşmaya başlıyor. Leopoldo ne kadar şikayet etse de içten içe bu duruma alışıyor aslında. Ve bir gün birden bire kimse onu umursamamaya başlıyor. Bütün ününü kaybediyor, hatta önceden peşinden koşan insanlar artık onu tanımıyor bile. Bu durum tabi ki sinirini çok bozuyor, ne yapacağını şaşırıyor. Hikayemiz doğrudan televizyona ve onun sistemine bir gönderme. Yoktan yere insanları doruğa çıkaran ve aynı hızla indiren medyayı, bu hikaye üzerinden eleştiriyor Allen. Aynı zamanda şöhretin insan hayatını nasıl değiştirdiğini de açıkça gösteriyor. 

Son hikayemizde küçük ve uzak bir İtalyan şehrinden gelmiş, büyük hayalleri olan bir çifti izliyoruz: Antonio (Alessandro Tiberi) ve Milly (Alessandra Mastronardi). Antonio akrabaları sayesinde Roma’da büyük bir iş sahibi olma peşinde. Eşi Milly’i akrabalarıyla tanıştıracak ve onları etkileyecek. Ancak Milly Roma’da kayboluyor. Sıcakkanlı İtalyanların yol tarifi konusundaki aşırı yardımseverliğini de görerek maceramız başlıyor. Tesadüf eseri ünlü film yıldızı Luca Salta’yla tanışan Milly, bütün gününü onunla geçirirken, Antonio ise yanlış anlaşılma sonucu bir hayat kadını olan Anna’yı (Penelope Cruz) eşi olarak tanıtmak zorunda kalıyor akrabalarına. Bu şekilde çiftin yaşadığı komik maceraları izliyoruz. Yine ilişkilere ve sadakate ince bir gönderme olarak düşünebiliriz. İç hesaplaşmaları, ikilemleri, doğru-yanlışın ne olduğunu gösteren bir hikaye olarak karşımıza çıkıyor bu da. 

Dört hikaye olunca çok sayıda karakter oluyor filmde. Her bir karakter son derece başarılı oyuncular tarafından canlandırılmış. Klişe tabiriyle “yıldızlar geçidi” desek yanlış olmaz. En beğendiğim oyunculuk Penelope Cruz’unki. Oyunculuğunun yanı sıra, role o kadar iyi oturmuş, o kadar yakışmış ki. İspanyol oyuncunun bu kadar kusursuz İtalyan aksanı yapması başka bir hayran olunacak nokta. Bir diğer hayran kaldığım sanatçı Fabio Armiliato. Kusursuz sesinin yanı sıra oyunculuk yeteneğini de konuşturuyor. Woody Allen bir röportajında onun için “Bu kadar harika bir opera sesine sahip ve aynı zamanda kendi anadili olmayan bir dilde oyunculuk yapabilen birini bulacağımı hiç düşünmezdim ama çok şanslıyım, Fabio’yu buldum” diyor. Casting konusunda eleştireceğim bir tek nokta var; Ellen Page. Evet çok iyi bir oyuncu, güzel de, ama filmde anlatıldığı gibi değil. Filme göre Monica karakterinin çok çekici, seksi, Fransız tabirıyle “femme fatale” bir kadın olması gerekiyor. Fakat bana göre Ellen Page, tatlı yüzlü, saf bir güzelliğe sahip bir kadın. O, her erkeği etkileyecek çekiciliği onda göremedim. Vicky Cristina Barcelona filminde benzer bir karakteri Scarlett Johansson’dan izlemiştik. Ona son derece yakıştımıştı, Monica rolünde de onu veya ona benzer birini görmek isterdim. 

Yazımın başında söyledim, Roma kusursuz bir şehir. Ortasından nehir geçen, meydanlarında fıskiye olan klasik Avrupa şehirlerinden ayıran çok farklı bir şey var onu. Anlatılamayacak, ancak gidip görmekle anlaşılacak bir havası var. Woody Allen ustalığını konuşturarak imkansızı başarmış ve bu havayı filmine yansıtmış. Sinemadan çıkar çıkmaz Roma’ya gidesi geliyor insanın. 

Filme hangi beklentiyle gittiğiniz çok önemli. Bundan önce Allen’dan Midnight in Paris filmini gördük. Eğer öyle bir film bekleyerek giderseniz, filmi sevme ihtimaliniz çok düşük. Midnight in Paris, Paris’te yaşamış bütün ölümsüz sanatçılara bir saygı duruşu niteliğindeydi. Hikayeler sanatçıların hikayeleriyle kesişiyor, bir yandan her dönemin Paris’ini görüyor, bir yandan değişik hikayelere tanık oluyor, bir yandan da sanatçıları tanıyorduk. Bu filmde sadece günümüz Roma’sını ve oradaki sıradan hayatları izliyoruz. 

Müziklere değinmeden olmaz. Her Woody Allen filminde olduğu gibi özenle seçilmiş müzikler filme çok yakışıyor ve filmin havasına tat katıyor. 

To Rome with Love filmini mutlaka izlemenizi öneririm. Eğlenceli hikayelere tanık olmak için, güzel müzikler dinlemek için ve tabii ki dünyanın en güzel şehirlerinden birini görmek için. Woody Allen’ın tarzına uygun, klasik, romantik, komik ve akıcı bir film. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, zevkle geçireceğiniz 112 dakikanın sonunda, salondan mutlu ve tabi ki bir Roma hayranı olarak çıkacağınıza eminim. 

Roma’ya sevgiler…

 

Kaynakça: http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/kitap-cd/21631543.asp

Bülten kaydı için tıklayınız