Titicut Follies and Silverslake Life “Gerçekliğin kırıcı yanları”

Özlem Tuğçe KAYMAZ profil resmi

Kategorisi : Sinema

Yayınlanma tarihi : 25.02.2012

Etiketleri : Titicut Follies, Silverslake Life, Frederick Wiseman, Martin Scorsese, Peter Firedman, vicdan, ön yargı, toplumsal bellek, suçlu, suçluluk


This Happened”; by Hence Eitzen

“Belgesel” denildiği zaman; “belgelere dayanan, bir gerçekliğin ifadesi” gibi algılanan ve bu yüzden de inandırıcılık açısından çok daha fazla inanılan, insanların güvendiği, inandığı bir görsel anlatımdan bahsedebiliriz. Bu inandırıcılığın birçok sebebi var; anlatım yönünden, belgelerin olması, geçmişe yönelik olması, bizim yaşamadığımız ve tanıklık edemediğimiz durumları bize göstermesi, “kanıtlara” dayanması gibi birçok özellik belgeseli inandırıcı kılıyor.

Ben de bu yazıda Belgeselin gerçekliğini ve inandırıcılığı arttıran en önemli öğe üzerinden yani kanıt üzerinden öncelikli olarak; “kanıt” nedir? Belgesel anlatımında “kanıtın önemi nedir? Gibi soruların cevaplarını iki farklı belgesel üzerinde bulmaya çalışacağım. Bu belgeseller; Frederick Wiseman’ın Titicut Follies ve Silverlakes Life belgeselleri olacak. Öncelikle Titicut Follies ile başlamak istiyorum.

Titicut Follies Frederick Wiseman'ın ses getirmiş olan 1967 yapımı siyah beyaz bir belgeseldir. Belgesel içeriği açısından Amerika’da uzun bir dönem yasaklanmıştır. İçeriği açısından, dönemin Amerika’sında tepkilere neden olabileceği için daha fazla tepki görmemek adına yasaklanmıştır. Daha önce suç işlemiş olan akıl hastalarının bir araya getirildiği bir akıl hastanesindeki hastaların günlük yaşayışlarından kesitlerin yer aldığı bir Direct Cinema örneği belgeseldir.

 

Filmin açılış sahnesi, bir konser ve arkasında koro halinde şarkı söyleyen bir solist var, bu sahne sanki özel olarak kurgulanmış hissi verse de aslında orada yaşayan hastaların yaşayışlarıyla ilgili bize ipuçları veriyor. Daha sonraki sahnelerde ise hiç müdahile olmadan, orada yaşayan biri gibi olayları izlemeye başlıyoruz. Odalara girip çıkıyoruz, insanların hareketlerini gözlemliyoruz, ortam içindeki sesleri dinliyoruz. Bahçede şarkı söyleyen insanları yakından dinliyoruz. Siyasi söylemleri etkisiz izliyoruz. İşte değinmek istediğim konu da “izlemek” konusu.

 

İzlemek dediğimiz zaman, varlığımızı oraya katıp katmayışımız, ya da gizlice sanki bir ağacın arkasındaymış gibi oturup izlemek çok önemli bir olgu oluyor böyle belgesellerde. Bu belgeselde en başından itibaren hiçbir yönetmen etkisi olmadığını düşünerek daha doğrusu hissederek izledim. Ancak tek bir sahne fikrimi değiştirdi.

Bir adamın yemek yemediği için midesine boru sokularak beslendiği sahne. Bu sahnede adam kaldığı koğuştan alınarak, bir ritüele götürüyor gibi, gardiyanlar tarafından yürütülerek götürülüyor. Buraya kadar bir şey yok. Ancak tüm gardiyanların suratında garip bir gülümseme var az sonra olacaklardan haberdarlar ve bunun iyi bir şey olduğunu düşüyorlar. Adam bir masanın üzerine yatırılıyor. Bu arada burada yaşayan tüm insanlar çıplak. Üzerine yarım bir örtü örtülüyor, midesine sokulacak olan boruya bir şeyler sürüyorlar daha kaygan olması için ve boru ağzından sokulmaya başlanıyor. Borunun oldukça uzun bir miktarı midesine sokuluyor adamın ve içine sıvı şeyler dökülmeye başlanıyor. Şimdi buradaki sorun şu bence, evet yönetmen ki varlığını hissetmiyoruz başından itibaren ama, bunun bir ritüel gibi gösterilmesi ve çok detaylandırılması, tüm gardiyanların orada olması, bana bunların hepsi gösterilmek için kurgulandı ve yönetmen kullansın diye yapılan bir şeyi bir de gözler önünde yapalım diye bir kurgu yapıldığını hissettirdi. İşte bu konumda bu belgeselin gerçekten de ne kadar direct cinema örneği olduğunun tartışması başlıyor. Çünkü o kadar kurgusal bir anlatımı var ki bu sahnenin, insanı çok etkiliyor. Ama bir de etkilemesindeki yanı bize çok olağan ve doğal gösteriliyor olması da olabilir. Çünkü biz filmin başından sonuna her şeye dokunuyor gibiyiz. O kadar yakınız ki tüm olanlara, hep biz oradaymışız gibi olup bitiyor her şey. Bu anlamda tam bir ikilemde kalıyorum filmi analiz ederken. Biz orada değildik ancak kamera odaydı, bu yüzden her şeye inanıyoruz, görüntüler, uygulamalar hepsi bizim inanmamız için birer “kanıt” oluyor.

Beni ikileme sokan bir sahne daha var ki, o da kurgusal olarak beni çok etkiledi. Tabut ve oda ilişkisi. Bir adamı gardiyanlar odasına sokuyor, o sırada araya bir tabut görüntüsü giriyor. İşte burada yönetmenin varlığını hissetmemek mümkün değil. Çünkü entelektüel montaj dediğimiz, bir birinden farklı iki şeyin bir araya gelerek üçüncü bir anlam oluşturması sağlanmış oluyor kurgu sayesinde. Adamı o odaya sokuyorlar, aslında bir tabuta sokuyorlar, ya da orada yaşan insanlar, ölüden farksız bir hayat sürüyorlar gibi anlamlar çıkarılabilir. Bu anlamları güçlendiren başka bir şeyse daha önce de söylediğim gibi, orada yaşanların çıplak olmaları, bu da yine ölülerin çıplak gömülmeleriyle bağdaştırabilecek bir şey oluyor.

Filmin kurgusuyla ilgili örnek vermişken bu konudan devam etmek istiyorum. Beni çelişkiye düşüren bir başka şey ise, kurgusal anlatım olması. Yani hiçbir şekilde yönetmenin müdahalesi olmasa dahi bu film çekildiği gün kadar yayınlanmıyor sonuçta ve yönetmen özellikle göstermek istediği şeyleri bir şekilde seçiyor ve bir kurgu içinde, bir anlatım şeklinde seyirciye sunuyor. Bu belgeseller içinde en önemli şey zaten kurgu oluyor. Çünkü çok hassas bir şey, anlatımı direkt olarak etkileyen, anlatıma yön veren bir şey olduğunu düşünürsek, yönetmenin müdahalesinin hangi boyutta olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerekir. Örneğin bu tabut ve oda sahnesinin arka arkaya gelmesinden ortaya çıkan anlam, eğer tabutlu bir sahne olmasaydı çıkmayacaktı. Evet biz bir şekilde orada yaşayan insanların hayatlarının mutsuz olduğunu ve orada yaşamının kötü bir şey olduğunu anlayabiliriz sade anlatım içerisinde de ama, kurguda ardı ardına gelen görüntülerin anlam yaratması ve yönetmenin bunda direkt bir müdahalesinin olduğunu bilmemiz, tüm belgesellerde olduğu gibi bu belgeselde de gerçeği sorgulatan bir şey oluyor. Öyle bir hapishanenin varlığını biliyor olmamız, daha sonra orası ile ilgili çıkmış bir çok haberin olması ve bu haberlerin belgeseldeki görselleri destekliyor olması da belgesele olan inancımızı her ne kadar yönetmenin varlığını biliyor olsak da arttıran bir şey. Yani belgeseli bir “kanıt” dizisi bizim bu belgesele bir şekilde çok daha fazla inanmamıza neden oluyor. Bu noktada yönetmenin ve kameranın otoritesi tabi ki göz artı edilemez.  Ki zaten bu tarz belgeselleri kurmaca filmlerden ayıran en önemli şey de bir yönetmen olduğunu ve bize bir şeyleri belgeleme çabasında olduğunu bilmemiz değil mi?

Burada kendi sorduğum soruyu cevaplandırmak ve küçük bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Bu sene vizyona giren Martin Scorsese’nin filmi olan Zindan Adası ( Shutter Island) da tıpkı bu belgesel gibi bir akıl hastanesinde geçiyor, ancak tıpkı belgeselde olduğu gibi daha önce suç işlemiş olan akıl hastalarının yattığı bir hapishane burası. Bu açıdan baktığımız zaman bu belgeselle çok benzeşiyorlar. Peki bu filmi, belgeselden ayıran şey nedir öyleyse? Konu itibariyle çok benzeyen filmlerin biri kurmaca diğeriyse belgesel tabi ki ancak, yönetmenlerin varlığını düşünürsek ve her ikisinin de anlatmak istedikleri şeyleri anlatabilmek için bir akış oluşturduklarını düşünürsek çok bir fark kalmıyor gibi geliyor. Ancak elbette ki büyük bir fark var biri gerçek görüntüleri gerçek mekanda çekilmiş görüntüleri bir akış içine oturtuyor, diğeri ise tamamen kurmaca bir olgudan yola çıkarak bunu yapıyor. Bu örneği verdim çünkü en baştaki direct cinema argümanımı yinelemek istiyorum, çünkü Titucut Follies, tam bir direct cinema örneği oluşturuyor. Benim verdiğim kurmaca filmin yanı sıra, bir çok belgesel filmden de farklı, özellikle de  Cinema Verite’den farklı.

Aralarında çok büyük farklar olduğunu söyleyemeyiz ancak kısaca bir fark tablosu yarataraktan bu belgeselin daha inandırıcı bir yanı olduğunu ve insanı tıpkı bir göz gibi olanlara şahit ettiğini yinelemek istiyorum. Direct cinemada yönetmenin varlığı fark edilmez, olaylara müdahalesi yoktur. Kamerayı bir göz gibi olaylara şahit tutar ve bunları daha sonra bir kurgu içerisinde yoğurur. Ancak Cinema Verite içerisinde yönetmenin çekim öncesi bir organizasyonu vardır ve olaylar olurken de olay zaman zaman dahil olur ya da müdahale eder. İşte bu en büyük fark bu belgeseli direct cinema örneği yapıyor. Ancak her ikisinin arasında çok net çizgiler olduğunu da tam olarak söyleyemeyiz, çünkü kurgusal anlatım, çekim özellikleri ve yönetmenin bakış açısı ve göstermek istediğine bakması, kamerayı konumlandırması her zaman tartışma yaratabilecek bir şeydir.

Sonuç olarak bence Titucut Follies bir direct cinemadır, çünkü yönetmen her ne kadar kurgusal anlamlandırma ve seyirciyi yönlendirmeye yönelik bir anlatım akışı oluştursa da, gerek çekim özellikleri, kamera açıları, kameranın elde oluşu, çekim mekanı, doğal ortamı, doğal sesleri, ışık kullanmayışı ve yönetmenin kendini bize hiç hissettirmemesi bu belgeseli bu konuma getiriyor. Tüm bu anlatım stili ve bizim mekan ve geçmişle ilgili bilgilerimiz, “kanıtları” bize inandırıcı gelirken, yönetmenin de otoritesini resmen kabul etmiş oluyoruz.

 

Şimdi bahsetmek istediğim ikinci film olan Silverlakes Life ile devam etmek istiyorum. Yönetmenliğini Tom Joslin ve Peter Friedman’ın yaptığı 1993 yapımı belgesel, bize bir “günlük” sunuyor.

 

Ölümünden önce birlikte geçirdikleri günleri bir kayda alan iki sevgilinin bir birleriyle olan ilişkilerini ve toplumun “değer yargılarına” olan tepkilerini, “ahlaki” çatışmalarını izlediğimiz bu belgesele neden inanıyoruz sorunu, bize sunduğu dramatik “kanıtlar” ile cevaplandırabiliriz.

Biz birer izleyici olarak onların yanında değildik, hastalıklarına şahit olmadık, ilişkilerinin boyutunu bilmiyorduk öyleyse neden inandık? Çünkü bizim yokluğumuzda kamera oradaydı. Bize görselliğiyle “kanıt” oldu. Bu günlük belgeselle ilgili olarak birçok kanıttan bahsedebiliriz; özellikle hastalığın ileriki evrelerinde vücutlarında oluşan yaralar, ilaç kullanımı ve tabi ki ölüm anı ve bunun kayda alınışı etkileyici olduğu kadar dramatik anlamda çok inandırıcıydı.

Şimdi filmin açılış sahnesine dönmek istiyorum, kameranın pan hareketi ile asıl karakterimizle tanışıyoruz ve anlatımın geçmişe yönelik bir gidişatı olacağını anlıyoruz. Sallanan bir kamera ile profesyonel olmayan bir şekilde anlatıma başlıyorlar…

 

Tom’un ölmeden önce hissettiklerini ve yaşadıklarına inanmak istiyoruz, çünkü bizimle sürekli olarak konuşuyor. Bizimle bir anlamda yüzleşiyor. Bize bunun bir belgesel-film olduğunu bizi rahatsız edici bir şekilde direkt olarak bize bakarak anlatıyor. İnanmak istiyoruz çünkü her günlerinde biz değil ama o kamera onlarla birlikte. İnsani bir hikayeyi onların günlüklerinden göstermek istedikleri hayatlarına dahil olarak görüyoruz. Bir anlamda hayatın bir yansımasını görüyoruz. Çünkü yaşadıkları bir hastalık ve son derece gerçek, “kanıtlarını” görüyoruz. Üstelik bu noktada bence ne yönetmen ne de durumu yaşayanlar değil hastalık çok ciddi bir otorite oluyor hayatlarında. Belki de filmin ne kadar süreceğine bile bu hastalık belirleyici oluyor.

Belgesellere inanıyoruz çünkü bize inanmamız için çok kanıt sunuyorlar, ancak bir başka nedeni de bizim yakından tanıklık edemediğimiz hayatların yansımaları olmaları.

 

Hayatın yansımasını bize kanıtlar sunan bu belgeselde, adım adım ölüme yaklaşmak, ölüme şahitlik etmek, ölüm anında kapatılamayan gözleri görmek hem çok dramatik hem de çok rahatsız edici. Bir kurguyu hissetmek gibi, ama bu sinemasal anlamda bir kurgu değil, hayatla ilgili bir kurgu. Kameranın varlığı bizi hayatın gerçekliğinden koparırken, ölmek istemeyen iki insanın ölüme yaklaşmalarına an be an tanıklık etmek çok sarsıcı.

Bu belgeselde bizi inanmaya iten kanıtlar, Titucat Follies’den çok daha keskin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her ikisi de görsel öğeler ve seslerle bizi gerçekliğin içine çekiyorlar ancak Silverslake Life’da bizi insani bir gerçeklik çağırıyorlar. Kanıtlar çok belirgin bir kurmacanın parçası mümkün olmayan “yaralardan” bahsediyorum. O yaralar, fiziki değişimler o kadar gerçek ki inanmak çok daha fazla inanmak istiyoruz. Elbette ki sonu, Tom’un ölüm anında duyduğumuz konuşma.

Belki de gerçekliğini, inandırıcılığını sorguladığım, tek yer Tom’un ölüm anı oldu. Çok ciddi bir hastalığın sonucunda böylesine gerçek bir ölüm anı, belgesel adına son derece önemli bir “kanıt” oluyor. Ancak oradaki voice over beni o anın gerçekliğinden son derece uzaklaştırdı. İnandırıcılığını kaybettirdi, çünkü biri ölüyor, en sevdiği insan o sırada sadece görsele önem vererek, ağlayarak bu an’a şahitlik ediyor.  Ölüm bu kadar soğuk ve acımasız olabilirdi belki de. O an’a kanıt gerekmiyordu bir görsellikten başka, sesler ve voice over bütün inandırıcılığını kaybettirdiğini düşünüyorum. O an’a kadar olan bütün empatimi o saniye, kameranın arkasındaki insan olarak kaybettiğimi düşünüyorum. Çünkü acımasız bir eleştiri olabilir belki ama son derece yapmacık bir durumdu. Sinematik anlamda kamera ile özdeşleşerek izlediğimiz bu sahnede, sesini duyduğumuz kişi ile empati duymamız gerekirken, onun bulunduğu durum içinde son derece fiction bir şekilde çekime devam ediyor olması, duygularını bu noktada söylüyor ve her şeye duyarsız duruşu beni son derece rahatsız etti.

Sonuç olarak; günlük bir belgesel diyebileceğimiz bu belgeselde, bizi inanmaya iten, hayatın yansımalarını taşıyan çok fazla “kanıt” olduğundan bahsedebiliriz.

Ancak Titucut Follies’de varlığından haberdar olduğumuz bir hapishanenin içinde var olduğunu bildiğimiz ancak görmediğimiz şeylere kamera sayesinden şahitlik ederken, Silverslake Life’da ölüme an be an yaklaşmak, çözümsüz bir hastalığın sonuçlarına, bıraktığı “kanıtlarla” şahitlik ediyoruz. İkisi arasında inandırıcılık açısıdan bir kıyaslama yapmak istemiyorum çünkü, farklı noktalardan, farklı açılardan bakarak bize “kanıtlar” sunuyorlar.  Bu açıdan da böyle bir kıyaslamanın yanlış olacağını düşünüyorum. Ancak ölümün sıcaklı ile vicdan sorgusunun da son derece inandırıcı olduğunu düşünüyorum.

Kaynakça         

  • Nilüfer Pembecioğlu, Belgesel Film Üstüne Yazılar 2005th ed., Ankara: Babil Yayınları.
  • Daniel Arijon, 2005. Film dilinin grameri = Grammar of the film language, İstanbul: Es Yayınları.
  • Jack Ellis. C, 2005. A new history of documentary film, New York: Contiunmm.
  • Luise Spence, Vinicius Navarro, 2011. Crafiting Truth: Documentary Form and Meaning., Rutgers University Press.
  • Erik Barrnouw, Documentary: A History of the Non-fiction film,

 

  • Dirk Eitzen, When is a Documentary?: Documentarty as a Mode of Reception- Marcel Ophuls, page 81

 Filmografi

  • Wiseman, Frederick, Titicut Follies. 1967
  • Scorsese, Martin, Shutter Island. 2009
  •  Friedman, Peter, Silverlake Life, 1993
Bülten kaydı için tıklayınız