Ayna Etkisi; Ingmar Bergman'dan 'Persona'

Perihan MURAT profil resmi

Kategorisi : Avrupa Sineması

Yayınlanma tarihi : 28.01.2013

Etiketleri : Vöyorizm, Ekpresyonizm, Carl Gustav Jung, Ayna etkisi, Persona, Ingmar Bergman, Toplumsal rol


Ingmar Bergman, sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden biridir. Yönetmen, İsveç’te Protestan bir papazın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Bir papazın oğlu olarak çok disiplinli ve baskıcı bir ortamda geçirdiği çocukluğunu filmlerine sıkça yansıttığını  söylenebiliriz.

Sanat hayatına tiyatro ile başlamış ve ömrünün sonuna kadar tiyatro yapmış olan Bergman’ın sinemaya geçtikten sonraki ilk eserleri, daha çok İsveç halk sanatları ile, İsveç kukla tiyatrosuyla, Strindberg ve Ibsen başta olmak üzere Baltık tiyatrosuyla ve Selma Lagerlöff’ün romanlarıyla yoğun ilişkide görünür. Çıkış noktası olarak her büyük sanatçı gibi evrensel konuları ele  alan Bergman, daha sonra folk sanatına ve tiyatroya has simgelerden hayatı için önemli olan sorulara dönüş yaptığı bir dönem geçirir. 1975′lere kadar süren bu dönemde Bergman filmleri, benzer temalar üzerinde geçmektedir. Filmlerinde soru sormayı çok seven yönetmen, filmi izleyicinin algısına bırakarak  kapalı bir anlatımı tercih eder.

İlk filmi, Yedinci Mühür (Det Sjunde Inseglet, 1957) filmiyle sinema tarihin en cesur filmlerinden birine imza atar. Filmde inanç ve inanmamak üzerine kurulu olarak ölümü ve Tanrı’nın varlığı konusundaki ikilemi konu almaktadır. Yönetmen, filmde kendi yolcuğunu da bize yansıtmıştır. Yönetmen,  Yaban Çilekleri (Smultronstället, 1957),  Yüz (Ansiktet, 1958),   (Säsom i en spegel, 1961)  Yüz (Ansiktet, 1958) gibi inanç temasını sorgulayan önemli filmlere imza atmıştır.

Ingmar Bergman’ın filmi olan Persona  (1966)  yönetmenin ustalığı olarak görülen önemli yapıtlarından biridir. Sinema tarihine farklı bir bakış açısı getirmiştir.  Filmin hikayesi ve oyuncuların performansları açısından çok zengin bir filmdir. Başrollerinde; Bibi Andersson (Alma, hemşire) ve Liv Ullmann (Elisabeth, aktris) izliyoruz. Yönetmen dini ve ahlaki konular yerine bu filminde insan psikolojisi ve  toplumsal kimlikler üzerine yoğunlaşıyor.

Film, başlangıçtan itibaren özellikle ilk sahnelerdeki  parçalanmış görüntülerin  peş peşe yansımasıyla, anlam kuramadığımız bir dünyanın içine davet ediyor. Yönetmen tarz olarak ekspresyonizm akımının etkisinden yola çıkmış olsa da kendi yorumuyla farklı bir yaklaşım izlemiştir. Eller, gözler, parçalanmış hayvan organları, ölü insanlar gibi karelerden oluşan kolajla, bize ölümü hatırlatırken birden canlanan ve arkasını dönen çocuğun kameraya bakmasıyla neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Tedirgin edici olarak sinema filminin içinde olduğumuzu ve vöyoristik bir bakışla filme dahil olduğumuzu hissediyoruz.

Filmin hikayesi, şöhretli aktris Elisabeth Vogler'in bir Elektra gösterisi sırasında aniden susması ve o andan itibaren konuşmaması ekseninde ilerliyor. Elisabeth,  psikiyatrist tarafından değerlendirilir ve fiziksel ve ruhsal bir hastalığı olmadığı teşhisi konulur. Genç bir hemşire olan Alma, onun bakımı için görevlendirilir. Ancak Elisabeth' in durumu klinikte kötüye gider ve Alma' yla birlikte deniz kıyısında ıssız bir eve giderler. Elisabeth, modern hayattan uzaklaştığı bu yerde rahatlar  ve Alma ile aralarında bir yakınlık doğar. Orada Alma, Elisabeth' e açılır, geçmişle ilgili kimseyle paylaşmadığı sırlarını anlatır. Ancak, Elisabeth konuşmaya direndikçe Alma' nın hayal kırıklığı artar ve iki kadının fiziksel ve ruhsal şiddet içeren çatışması başlar.

Kelime anlamı olarak Persona sözcüğü, tiyatro oyuncularının çeşitli rolleri canlandırırken taktıkları maske anlamına gelir. "Persona Jung'un analitik psikolojisinde, 'toplumsal maske' olarak adlandırılır. Persona, bireysel bilinç ve toplum arasındaki karmaşık bir ilişkiler sistemidir, bir maske gibi oturur, diğer yandan da başkalarına kesin bir izlenim verir, bireyin gerçek doğasını gizler.’1 Ya da  sosyal hayatta dış dünyaya karşı takındığımız roller olarakta tanımlanabilir. Film, Elisabeth’in sessizliği üzerine kurulmuş olmasına rağmen hemşire Alma’nın kendi hakkında anlattıklarıyla bölünerek inanç ve yine bilinçaltına yönelik çelişkilerle devam ediyor. Özellikle filmdeki, Alma’nın ağlayarak kürtaj yaptığını anlattığı sahnede çektiği vicdan azabının ve yaşadığından pişmanlık duymamasını ‘aynı anda iki ayrı insanda olabilir miyiz ?’diye sormasıyla kırılma noktalarından biri olarak perdeye yansıyor. Elisabeth’in sahnede takındığı rol ile Alma’nın toplumsal rolü karşılaştırılır.

Alma ile Elisabeth’in ilişkisindeki hemşire - hasta rollerinde  değişiklikler olduğunu görüyoruz. Alma’nın sürekli konuşması ve Elisabeth’in yazdığı mektubu okuduktan sonra ‘Alma’yı ‘öteki’ olan Elisabeth’le özdeşleşmeye çalışan ‘ben’ olarak konumlandırır.’ Kendisini ‘öteki’olan Elisabeth’teki yansımasıyla tanıyan Alma, onunla özdeşleşmekten vazgeçer.’2 Elisabeth’in ayağına cam batmasından sonra kamerayla yüzleşen Alma, filmin  ikinci kırılma noktasını yani sinemanın kendi kendisine referans (selfreflexivity) vermesine neden olur. Yönetmen yine ayna etkisi oluşturup ‘izleyici’ öğesini hissettirmiştir. Alma’nın hikayesinde kırıklar, Elisabeth’in bedenine saplanmıştır. Bu da karakteri oluşturan öğeleri duyum ve algı düzlemini hatırlatır düzeydedir.  Bir tür hipnoz seansından uyanma ve katarsise ulaşma hissi taşır. Alma’nın benliğindeki arayış, toplumsal rolünü aksatmaktadır. Mektup ise uyarıcı etmen olarak tetikleyicidir. Elisabeth’in gördüğü Alma’yla, Alma’nın kendisi arasındaki çatışmanın temsilidir.

Filmdeki kimlik karmaşası iç içe geçmiş karakterlerin birbirinin anima- animus çatışmaları olarak gösterilir. Alma’nın animasının Elisabeth’e olan cinsel dürtüleri ve fiziksel şiddetinin ortaya çıkmasının nedeni olarak , sosyal kimliklerinden sıyrılıp İd’sel dürtülerine dönüşmesi olarak görürüz. Elisabeth’in personasına bürünen Alma’nın kendi benliğiyle çatışmasını anlatırken yönetmen, karakterlerine aynı sahneyi iki kez  oynatarak ve tek bir karede ikisininde yüzünü birleştirerek gösterir. Filmin sonunda evden çıkarken Alma aynaya bakar ve Elisabeth’in yansımasını görür. Jung’a göre bu; ‘Kim suya bakarsa, önce kendi yüzünü görecektir. Kendine giden her kimse kendisiyle yüzleşmeyi göze alacaktır. Ayna , pohpohlamaz, samimiyetle ona bakanı gösterir; yani dünyaya asla göstermediğimiz çünkü persona'yla kapladığımız yüzümüzü, bir aktörün maskesini. Ancak ayna, maskenin ardına geçer ve gerçek yüzümüzü gösterir.’ açıklanmaktadır. Ayna karakterin kendiyle yüzleşmesini sağladığı gibi bir başkası olmadığını da gösterir. Aynadaki gerçeklik hikayede anlatılan gerçeklikten farklıdır. Somut ve ayırt edicidir. Bu aslında görsel anlatımın yansımasıdır. Mana anlamında ise ayna, kişinin varlığını yansıttığı dünyayı saklayan bir nesnedir.

Filmin sonunda ise, Alma’nın kapıdan çıkışını görürüz sonra bir heykelle karşılaşır ve bu kare bizi Elisabeth’in suskunluğuna götürür. Bu yabancılaştırma hissi filmden kopmamıza neden olurken kameraların gözüktüğü sahneyle tekrar sinema filminde olduğumuz hissettirilir. Son olarak ise otobüse binen tek bir kişi vardır o da Alma’dır. Filmin başlangıç sahnesindeki çocuğun ekrandaki fotoğraftaki bulanıklığıyla film şeridi kopar.

Genel olarak baktığımızda filmin kurmacasıdaki karmaşıklık, daha çok iki karakterin birbirinin içine geçiş yapısını ortaya çıkartmaktadır. Ayrıntı planları ve özellikle karakterlerin close-up görüntüleri sayesinde Alma ve Elisabeth’i bir bütün olarak görmek yerine sadece ifadelerine yoğunlaşıyoruz. Yönetmen özellikle hikayeyi oyuncuların performansları üzerine gerçekleştirdiği için bu durum bizi rahatsız etmiyor. Kullanılan kamera hareketleri ve ışık açısından sade bir izlenim uyandırsa da planlar arasındaki sıçramalarla filme canlılık vermektedir. Işıklandırma açısından karakterlerin özellikle ruh halini yansıtan bir ışıklandırma ve gölgeleme yapılması dramatik öğelerin taşıyıcısıdır. Yönetmen, filmin dramatik olgusunu bize  gerçekçi bir şekilde yansıtır ve belki de filmin en heyecanlı anında bize film olduğunu yanan bir film karesi olarak seslerin birbirine girdiği bir hata izlenimi uyandıran sahne, filmin kırılma  noktasını gösterir. Bundan sonra karakterler birbirlerinin canlarını yakmaya başlamaktadır. Bu karşılıklı hesaplaşma aslında iç hesaplaşmalarını göstermektedir. Bu teknik, Bergman’ın sinemasal bakışının da göstergesidir. Yönetmenin tiyatro geçmişi, oyuncuların kameraya  bakmasıyla  tiyatro sahnesindeymiş gibi izleyici ile kontak kurmasını sağlıyor.

Filmin tamamı parçalama teknikleriyle ve yakın planların üzerine kurulu olarak geçmesine rağmen büyük bir ustalıkla bütünlük taşımaktadır. Karakterlerin  iç dünyasının dışavurumu rol yapmayı kesen  Elisabeth için sessizlik olarak , Alma için ise bir tür arayış ve varoluş çabası olarak gösteriyor. Elisabeth’in sessizliği ekseninde başlayan hikaye aslında Alma’nın kendine açılan yolculuğu olarak sonlanmaktadır.

Susma eylemi Elisabeth için bir tercihken, Alma için bir kaçış olacaktır. Yönetmen, filmin sonunda seyirciye filmin bitimini bütünüyle göstererek kendi sahnemize dönmemizi ve kendi reddediş biçimimizi bulmamızı hatırlatıyor.  Bu yüzden,  her izlendiğinizde farklı bir anlam kazanan ender yapıtlardan biri olarak ‘Persona’ perdenin üzerine yansıyan benliğimizi sorgulamayı başarıyor.

 


Kaynakça:

 

1 Jung, Carl Gustav "The Relations between the Ego and the Unconscious" (1928). In CW 7: Two Essays on Analytical Psychology. P.305

 

2 Akbulut, Hasan ‘Modernist Bir Sanat Filmleri Yönetmeni: Ingmar Bergman’ Toplum Bilim Dergisi (Ocak 2005), Syf: 107

3 Jung, Carl Gustav, "Archetypes of the Collective Unconscious" (1935). In CW Part I: The Archetypes and the Collective Unconscious.

Bülten kaydı için tıklayınız