Avatar Filmi: Amerikan Animasyonundan Uzakdoğu Animesine İşbirlikçi Göndermeler (?)

Zeynep  ALTUNDAĞ profil resmi

Kategorisi : Anime Sinema

Yayınlanma tarihi : 26.03.2012

Etiketleri : bakış, doğa, Princess Mononoke, Avatar, Hollywood, Ghibli, IMAX, 3D, James Cameron, Hayao Miyazaki

Editörün tavsiyesi


James Cameron, yönettiği filmler ve yürüttüğü projelerle her zaman farklı teknoloji ve teknikleri kullanarak film endüstrisine kuşkusuz büyük katkılar sağlayan bir yönetmen. Bu projelerden en yakın zamanda üretileni ise Avatar (2009). Türkiye’de 18 Aralık 2009 tarihinde hem geleneksel 2D hem de 3D ve IMAX 3D formatlarında gösterime giren filmin insanlar üzerindeki ilk tesiri –kendi gözlemlerim üzerinden bir genellemeyle - olumluydu. Pandora’da geçen olaylar, karakterler ve gösterilen durumların olumlu ve Amerikan sinemasının klişelerinden sıyrılmış bir yapım olarak yorumlanması -belki de öyle olması- yine de filmin derinlemesine analiz edilerek sorgulanması gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir. Zira filmlerde ve Amerikan kültür endüstrisinin diğer yapım ve etkinliklerinde benzeri bir özeleştiri yaparak yeni klişeler oluşturma çabası kolayca gözlemlenebilir. Avatar filmi geleneksel Hollywood anlatı yapısını bozan bir filmdir, hatta Japon anime sinemasının temel yapıtaşlarından biri olan Prenses Mononoke (Hayao Miyazaki, 1997) ile oldukça ortak özelliklere sahiptir. Avatar’daki bu yapıbozumcu tavrın eskisinin yerine yeni bir yapı inşa edip etmediği henüz bir şüphe unsurudur. Peki ne(ler)dir bu şüphenin kaynağı olan, Avatar filmini Hollywood klasik anlatısına sahip diğer örneklerden ayıran başlıca özellikler? Bütün bu özellikleri taşıyor olmasına rağmen Avatar’ın yine de Hollywood çizgisinden ayrılmadığını söylemek mümkün olabilir mi? Avatar filmini, seyircinin yapıma bakışı ve yapımın seyirciye bakışını, sinemada bakış meselesi üzerinden, Prenses Mononoke karşılaştırması ile irdelemekte, başka bir deyişle filmin seyirciye yönelik bakışındaki niyet çözümlemesini yapmakta fayda görüyorum.

Avatar filmine ilişkin eleştiri yazılarında, yazar ve eleştirmenler filme şüpheli bakmaktan kendini alamaz. Nihayetinde bir Hollywood yapımı olan Avatar olabildiğince çok izlenmeyi amaçlamış, küresel seyirciyi hedeflemiş bir yapımdır. Dolores Miralles Alberola “Avatar: A Tale of Indigenous Survival?” adlı makalesinde yukarıdaki ifadelerden yola çıkarak Hollywood’un Avatar’la gösterdiklerinin gerçek olamayacağını, gerçek olsa da Hollywood’un kendi kurgulanmış oynunun dışına çıkamayacağı uyarısında bulunur. Buna rağmen, Alison MacNamara, Avatar’a yapılan ırkçı bir yapım eleştirilerine karşı anti-ırkçı bir tavır içerisinde bulunduğu eleştirisini yapar. James Bowman ise “Avatar and the Flight from Reality” adlı metninde Avatar’ı şaşkınlık ve hayretle karşılayan eleştirilere karşı bir tavır alarak bu filmin diğer Hollywood –ve özellikle James Cameron’un diğer- gişe hasılatı kıran yapımlarından farklı olmadığını, yalnızca detay ve teknik uygulamaların aldatıcı farklılıkları yaratmış olduğunu söyler. Stephen Hunter, “James Cameron’s Unbelievium: The many idiocies of Avatar” adlı yazısında tarihi göndermeler ve paralellikler sunarak Avatar’ı Hollywood’un Amerikan tarihi aklama girişimlerinden farksız, olumsuz bir örnek olarak gösterir.

Anlaşıldığı gibi, Avatar’a ilişkin yazılmış çalışmalar da benzer bir şüphe içerisindedir. Bu durumda Avatar, bu derece tartışma yaratmış, olumsuzlanmaya veya olumlanmaya çalışılmışken, yalnızca gişe hâsılatlı, sıradan bir Hollywood yapımı olduğunu söylemek doğru olmaz.


Avatar ve Prenses Mononoke:                                                        

Hayao Miyazaki’nin Prenses Mononoke’si ve James Cameron’ın Avatar filmi iyimser bir doğa söylemi konusunda uzlaşır mı? Her iki filmde de göz ardı edilemeyecek kadar çok benzerlik bulunuyor. İlk göze çarpan unsurlar, hikâye ve karakterler arasındaki paralellikler. Kabile hayatını benimsemiş barışçı bir orman klanı (Na’vi – Moro no Kimi ve klanı), dış dünyadan orman düzenine itaatsiz davranan, maden arayışındaki çıkarcı, sömürgeci güçler (Pandora araştırma merkezi– Tatara Ba) ve her iki dünya arasında geçen çatışma ve savaş…  Her iki filmde de ormanda yetişmiş prenses (Neytiri – Mononoke), ormana ruhunu veren tanrılar (Shishi Gami – Eywa), prensesin yanında savaşan ve dış dünyadan gelen iyimser bir kahraman, bir nevi prens figürü (Jake Sully – Ashitaka),  kutsal ağaç (Eywa – Didarabocchi), kutsal ağaçtan gelen orman ruhları (Atokirina – Kodama) ve buna benzer daha pekçok benzerlik bu iki filmin karşılaştırmalı olarak incelenebileceği fikrini vermektedir.

Avatar filmi 22. yüzyılda Pandora isimli bir uyduda geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora, 3–4 metre uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya  uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapmaktadır. İnsanlar, Pandora'nın havasını soluyamadıkları için, sinirsel bağlantı aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na'vi karışımı Avatarlar üretirler. Felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully (Sam Worthington), bilim adamı kardeşi Tommy öldürülünce gen dizilimi aynı olduğundan, onun Pandora gezegenindeki Avatar eşlenme görevini üstlenir. Böylece Jake, Avatar eşlenmeye ilişkin hiçbir şey bilmeden bu dünyaya ilk adımını atar. (www.wikipedia.org) 

Film askerin ciddiyetsiz ve alaycı tavırlarına karşılık bilim adamlarının ciddiyete çağıran araştırmacı sorumlulukları çerçevesinde gelişen ve diğer pek çok Hollywood yapımında görmeye alışık olduğumuz tavır ve diyaloglar ile başlar.  Bilim ekibinin başında yer alan Dr. Grace Augustine (Sigourney Weaver) uzlaşma sağlayarak barışçıl çözümler üretmek, asker ise uzlaşma sağlanmazsa –diğer bir değişle istenilen unobtanium madeni ele geçirilmezse- savaşmak istemektedir.

Avatar’da orman öyle bir güçtür ki Jake’in askeri disiplinini ve katılığını törpüler, onu duyarlı ve de duygusal birisi yapar. Önce ormanın düzenini bilmediği için bazı tehlikeler atlatır, Neytiri ile karşılaşır ve Jake’in ormanın düzenini anlama hikayesi burada başlar. Neytiri, ormanın ruhu ve tanrısı Eywa’dan gelen işaretler doğrultusunda, Eywa mesajlarının yorumcusu ve aynı zamanda annesi olan Tsahik’in emriyle Jake’i eğitmesi, Omaticaya’da bir Na’vi gibi davranmayı, yaşamayı ve konuşmayı öğretmek üzere görevlendirilir. Na’vi’ler duyuları çok kuvvetli ve güçlü bir klandır, ancak –gittiği her yeri cehenneme çevirmekten başka bir şey yapmayan- Amerikan ordusuna karşı onların da gücü yetersiz kalır. Bu durumda bir kurtarıcının gelmesi kaçınılmaz olur.

Jake Sully zamanla eğitmeni prenses Neytiri’ye aşık olur, kendisini Pandora'yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında bulur. Onu Avatar bedeninin içerisindeyken en çok etkileyen şey, daha iyi bir beden içinde olup, bacaklarını tekrar hissedip eskisi gibi koşabilmesidir. Zamanla Prenses Neytiri ile bir ilişki içine girdiklerinde, Jake artık Pandora’daki görevini tamamen unutup, Na'vi direnişine katılarak, niyetleri kötü olan insanlara karşı koyar. Her ne kadar Na'viler, Jake'in onlara ilk başlarda yalan söylediğini anlayınca onu öldürmeye kalksalar da en sonunda bu karardan vazgeçerler. Hikaye, Neytiri ve Jake'in tekrar buluşması ve Jake'in tamamen Avatar bedenin içine girmesiyle yani Na’vi klanına üye olmasıyla biter. (www.wikipedia.org)

Avatar filmi kurguladığı dünya içerisinde 3D teknolojisinin de kattıkları ile adeta görsel bir şenlik sunar. Estetik açıdan bakıldığında bütün çekiciliği ile Pandora gezegeni izleyiciye dünyamızda bulamayacağımız abartılı ancak yine de deneyimlediğimiz tanıdık çağrışımlara açık doğa güzellikleri ile belki de pek çoğumuzun en çok arzuladığı, ancak fırsat buldukça bir parçası olduğumuz doğadaki yaşamı gösterir. Göstermekle kalmaz, 3D deneyimi ile katılımcı bir gözlem yaratır. Peki, Avatar filmi bu teknolojiye neden ihtiyaç duyar? Adam Cohen, pek çok yorumcunun aksine 3D teknolojisini insancıl bulur. Filmin içine dâhil olan seyirci filmin bir öznesi haline gelir. Bu durum Woody Allen’ın The Purple Rose of Cairo (Woody Allen, 1985) filminde kullandığı o çok bilinen sahne[i] ile benzerlik taşır. Seyirci filmin içinde mi dışında mı kestiremez. Bu deneyim 3D teknolojisi ile kesintisiz olarak, seyircinin filmin içine dahil olması ile garantilenir. Bu süreç yönlendirilmiş bakış meselesi açısından kafa karıştırıcıdır. Seyirci, filme dahil olduğu andan itibaren belirli bir açıdan –kamera açısı- sınırlı da olsa sunulan bakışı kabullenmektense, katılımcı bir çerçeveden, filmde gelişen olayları bizzat filmin içerisinde hareket etme hissiyle yorumlayabilmektedir.

Prenses Mononoke de Avatar’a benzer bir biçimde doğada geçen, doğa için savaşın filmidir. Hayao Miyazaki’nin 1997’de yaptığı ve yönettiği animasyon –anime- film, yönetmenin kendi kişisel deneyimleri sonucu edindiği hayat felsefesini de içinde barındırır. Miyazaki pek çok farklı mecrada doğaya duyduğu hayranlığı “insanoğlu, doğaya nezaket göstermelidir.” şeklinde dile getirmiştir.  Hayao Miyazaki’nin yapımcısı olduğu ve aynı zamanda yönettiği bütün filmler ya doğrudan ya da dolaylı olarak doğayı ve insanlığın doğaya ilişkin problemlerini ele alır. Bu bağlamda doğanın bir parçası olan bireyler, prens ve çoğunlukla prensesler, savaşçılar, en saf haliyle doğaya yürekten bağlılığını hissettiren çocuk karakterler onun fantastik animasyonlarında sıklıkla karşımıza çıkar. En popüler olanından en az bilinenine kadar Japon animasyon filmleri olan animeler içeriğinde derin uzakdoğu felsefesinden izler taşır. Bu filmler, küresel seyirciye yabancı kavramlar, yaratıklar, doğa, karmaşık olay ve görüntülerle doludur. Buna rağmen küresel pazarda neredeyse Walt Disney, Pixar gibi yapım stüdyoları ile rekabet edecek düzeydedir. Japon animasyonu küresel bağlamda giderek yükselen ilgi eşiği ve sunduğu çeşitlilik ile seyircisine ticari ya da sanatsal pek çok ürün sunabilmektedir.

Prenses Mononoke’nin hikâyesi kısaca şu şekildedir; Prens Ashitaka, köyüne saldıran şeytanlaşmış domuz tanrıyı öldürürken şeytanın kolunda bıraktığı izi ölene kadar taşıyacaktır. Köydeki bilge kadının ve diğer ihtiyarların yönlendirmesiyle Ashitaka bu lanetin geldiği yeri öğrenmek için taşıyıcı hayvanı –bir çeşit geyik benzeri- Yakul ile birlikte köyünden uzaklaşır. Gittiği yerlerde Demir Şehri adında demir madenini işleyip ölümcül silahlar yapan ve bu silahları ormanın savunucusu hayvan klanlarıyla savaşmakta kullanan Leydi Eboshi ile karşılaşır. Ashitaka bu savaşa son vermek için daha önce karşılaştığı kurtlar klanının başındaki kurt tanrıça Moro tarafından terkedilmiş halde bulunmuş ve yetiştirilmiş Prenses Mononoke (San) ile birlikte kendini bu savaşın içinde bulur. Mononoke onu terk eden ailesi yüzünden insanlara nefret duymaktadır. Ashitaka, doğa ve insanlar arasında uzlaşma sağlayarak hem barışı getirmek hem de aynı zamanda âşık olduğu Mononoke’nin güvenini kazanmak için mücadele etmektedir. Her ne kadar anlatıda farklılıklar olsa da derin hikâye anlatan bir popüler Hollywood sineması örneği olan Avatar’ı bir Japon animesi olarak efsaneleşen Prenses Mononoke’nin dehasına atıfta bulunmuş bir film olarak değerlendirebiliriz.

Serpil Kırel Kültürel Çalışmalar ve Sinema isimli kitabının bakış bölümünde feminist film kuramcısı Laura Mulvey’nin “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” (1975) adlı makalesinden başlayarak sinemada yönlendirilmiş olan bakışın masum olup olmadığını tartışır. Bakış, bakmak eyleminin kasıtlı olarak maksatlı bir biçimde bir yere yönlendirilmesidir. (Kırel, 2010)

Peki, bu iki filme ait iki ayrı bakış çerçevesinde seyirci nerede konumlandırılmıştır? Avatar ve Prenses Mononoke filmleri “kurgusal evreninde” kimi veya neyi destekler? (bakış açısı çekimlerinin / canlandırmalarının sorgulanması). Bu soruların her iki film için düşünüldüğünde ilk akla gelen cevabı Avatar’ı izlerken bakışımız Jake Sully’nin dolayısı ile onun Avatar’ının bakışına yönlendirilmiş, Prenses Mononoke’de ise bakışımızın Prens Ashitaka’nın bakışı olduğudur. Bakış açısı çekimlerinin sık sık kullanıldığı kurgu biçimi sayesinde yönlendirilmiş bakışlarımız, kurgulanmış farklı bakış açısı çekimlerine karşın duygusal özdeşleşme her iki film evreninde de iyi ve eril karakterleri temsil eder. Prenses Mononoke,Avatar’dan biraz daha farklı olarak kadın karakterlerin ve bakışının daha yoğun ve hatta baskın olduğu bir örnektir. Köydeki bilge kişi bir kadındır. Leydi Eboshi ve klanı tamamen kadın karakterler tarafından yönetilir. Tatara ba’da erkekler ikincil planda ve biraz da aptaldır. Aynı şekilde ormanda yaşayan hayvan klanları, başta kurt tanrıça Moro ve Prenses Mononoke de yönetmenin bu tercihine bir örnektir.

Avatar filminde bakış açısı çekimlerinin kurgusu, nesnel ve öznel kamera kullanımı dengeli olarak kullanılmıştır. Başından sonuna kadar genel bakış açısı düzenlemesi, nesnel ve öznel kamera kullanımına yer verir. Film, anlatısını farklı kamera kullanımı ve bakış oyunları ile zenginleştirmek yerine teknolojinin verdiği olanakları kullanarak bakışı ana karakter Jake Sully’nin bakışına yönlendirmeyi ama aynı zamanda seyirciyi Pandora’nın muhteşem atmosferinde helikopter çekimleri ile manzara görüntüleri sunarak gezdirmeyi gözardı etmez. Kimi zaman bakışımız nesnel kamera kullanımı ile vahşi bir hayvanın bakışı, kimi zaman Neytiri’nin, kimi zaman da savaşçı askerlerin bakışının yerine geçer ama seyircinin özdeşleşmesi daha çok Sully’nin bakışı ile gerçekleşir.

Prenses Monoke, Avatar’a göre daha fazla bakış açısı arayışındadır. Aynı şekilde bu filmde de bakış açısı düzenlemesi, öznel ve nesnel kamera kullanımı oldukça dengelidir. Prenses Mononoke’de seyirci bakış açısı konumlandırmasında alçak, yüksek açı kullanımı ile iktidarın ön plana çıktığı ve ayrıca nokta / bakış deneyimi yaşar. Prens Ashitaka’nın Prenses Mononoke ile tanışma sahnesi şöyledir; nesnel kamera çekimi ile Ashitaka ağaç dallarının arasından bir noktayı gözetlerken görülür. Ardından öznel kamera çekimi ile Ashitaka’nın gözünden bakış noktasını görürüz. Ağaç dalları da kadraj içinde yer alır. Ardından Kurt Moro ve Prenses Mononoke gözetlendiklerini farkeder ve Ashitaka’nın bakış açısını edinmiş olarak onlarla göz göze geliriz. Ardından Mononoke’nin öznel bakışını yakalar ve Ashitaka’yı görürüz. Bundan sonra genel çekimlerle ikili arasında bir diyalog yaşanır.

Her iki karakter de, ormanların derinliklerinde yaşayan doğa temsili klanlarla kendi dünyalarında gelişmiş endüstriler kurmuş insanlar arasındaki kin ve nefreti yok etmek, barışçıl yolları bulmak ve doğaya hakettiği saygıyı kazandırmak uğruna fedakar bir savaş verir. Farklı olarak Avatar’da bakışını edindiğimiz felçli asker Jake Sully kaybettiği yürüyebilme kabiliyetini geri kazanmak uğruna yaptığı anlaşma sonucu Na’vi klanının arasına katılmış bir ajanken, süreç içerisinde Avatarının yerine geçerek sevdiği kadın Neytiri ile birlikte barışçıl ve doğaya sonsuz inanç besleyen Na’vi klanının bir üyesi olarak hayatına devam etmek, bir başka değişle günahlarından arınarak doğru yolu bulmuş birisi olarak Ometicaya’da gerçek bir Na’vi olarak yaşamak ister. Her iki filmde de bu karakterlerin, kötülüğün doğada kin ve nefretle yaratılmış bir yanılsama olduğunu savaşan taraflara göstermek isteyen arabulucu karakterler olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu durumda temsili bakışlarımızın iyi huylu karakterlere yöneltilmiş olduğunu söylemek doğru olur. Peki Jake Sully, bir savaş gazisi olmasaydı? Na’vi klanından biri olmayı sadece Na’vi avatarının bedeninde özgürce hareket edebildiği için istediyse? Bu ve benzeri sorulardan yola çıkarak Avatar filminin olumsuz değerlendirilmesi mümkün.

Avatar anlatısı ve de senaryosu bakımından klasik Hollywood anlatısından çok uzaklaşmaz ancak yine de James Cameron’ın sinemaya yenilikçi yaklaşımı her defasında fark ve farkındalık yaratır.  Serpil Kırel kitabında klasik Hollywood anlatısı ile ilgili olarak Choi’yi referans alarak belirtir;

Hollywood anlatıları ağırlıklı olarak amaç-merkezli (goal oriented) ana kahramanlar tarafından sürüklenirler ve bu karakter psikolojisi belli bir anlatı gelişimi sağlar. Anlatı seyirciye ana kahraman bundan sonra ne yapacak? Ya da anti-kahraman onun bu amaçlarına ulaşmasını nasıl engelleyecek? gibi bir takım sorular sordurur. Biz anlatının açık bıraktığı bilgi eksikliklerini sunulan ipuçlarının yardımıyla kapatmaya çalışırız (Choi, 2005: 19-20). (Kırel, 2010)

Avatar’ın en büyük farkı ilk defa bu derece büyük bir yapımda, üstelik interaktif bir deneyim olanağıyla doğal hayatın korunması ve habitat bilincini oluşturmayı konu edinen bir film olmasıdır. Filmde gösterilen doğal hayat ve insanlık eleştirisi çoğu izleyicide olumlu çağrışımlar doğurmuştur. 1967’lerden başlayarak 70’lerin sonuna kadar gelinen süreçte Hollywood sineması, birçoğu sol liberal bir noktadan, önemli toplumsal sorunları belirli sınarlar içerisinde ele alarak geleneksel soyutlamacı temsil kalıplarını ve göreneklerini toplumsal anlamda eleştirel amaçlar için kullanır. Kuşkusuz Hollywood’un bu eleştirel açılımında 1960’ların ortasında yaşanan radikal, toplumsal gençlik hareketleri, Hollywood filmlerinin Avrupa ve Üçüncü Dünya sinemasında uzun zamandır eleştirilmesi ve deneysel tema ve biçemsel tarzların benimsenmesi etkili olmuştur. (Ryan & Kellner, 1990) Bu durumda Avatar’la yapılan açılım da buna benzer bir şekilde Japon animasyon sinemasının sofistike yapısından etkilenmiştir diyebiliriz. 

Her iki filmde ırk ve cinsiyet temsilleri nasıl yapılmaktadır? Avatar’da Navi’ler Afrika klanlarını andırırken, Prenses Mononoke’deki yerli köylüler çekik Asyalıları, Tatara Ba madenlerindekiler ise Asya’ya gelen kötü niyetli batılı beyazları mı temsil etmektedir?

Bu kısımda MacNamara’nın Avatar filmine ilişkin ırkçı yorumlara karşı görmezden bir tavır izlemeyi seçtiğini söylemekle başlanabilir. Bu iyimser okuma çerçevesinde biz de filmi MacNamara’nın penceresinden görmek isteriz. Her ne kadar araştırmacılar olarak filme yaklaşımımızda şüpheli bir tavır sergilesek de filmin genel izleyici gözünden değerlendirmesine bakacak olursak –şahsi gözlemlerim dâhilinde- film, doğaya yönelik sosyal bir bilinç oluşturma meselesi üzerine yoğunlaşır. Gerçekten de Avatar, diğer benzeri Hollywood örneklerinde olmadığı kadar ayrıntı, duyarlılık ve de diyalog içerir. Bunu Pandora gezegeninde kurduğu habitat ile başarır. Bu ne bir yağmur ormanıdır ne de tropik bir adadır. Avatar’da yaratılan dünya tıpkı Prenses Mononoke’de olduğu gibi doğaya yüce anlamlar yükleyen hayranlık uyandıran bir dünyadır.

Annalee Newitz "When will white people stop making movies like Avatar?" (Beyaz ırk ne zaman Avatar gibi filmler yapmayı bırakacak?) adlı eleştiri yazısında; “Avatar Kurtlarla Dans (Kevin Costner, 1990) filminin başka bir versiyonudur. Çünkü bu filmde de beyaz adam doğaya gider ve orada muhteşem bir lidere dönüşür (2009)”. sözleri ile başlar. Newitz’e göre Avatar filmindeki Na’vi klanı yıllardır Amerikan filmlerinde görmeye alıştığımız stereotipik yerlilerin başkalaşmış versiyonudur. Filmin temel meselesi beyaz Amerikalıların Pandora’nın muhteşem hayat ağacının altında gizli unobtanium madenini barışçıl yollarla mı yoksa savaş ile mi çözeceğidir. Amerikan üssünde bulunan bir avuç bilimadamına göre barışçıl bir yol Avatar bedenlerin Na’vi’lerin güvenini kazanması ile sağlanabilir. Jake bu yolda aracıdır ancak Na’vi klanını tanıdıkça o kültüre ve o kültürün içerisinden Neytiri’ye aşık olur ve işin rengi değişir. Kaybettiği bacağını geri kazanmak için Amerikan ordusuyla anlaşma yaparak yola çıktığı bu hizmet sürecinden kopar ve inandığı Ometicaya halkının yanında yer alacak ve taraf değiştirecektir. Üstelik askerlikten gelen zeka ve savaşçı birikimini kullanarak bir lider konumuna yükselecektir. Newitz’e göre bu hikaye yerliler ve beyaz adamların bir arada bulunduğu pek çok Amerikan filminde değişmez bir senaryodur. Ancak belki de Newitz’in bu filmde kaçırdığı bir nokta Jake Sully’nin bakışından olayları izleyen seyirci Na’vi klanına ihanet etmiş ve bunun bütün pişmanlığını bir sorumluluk haline getiren bir kahramanın iç hesaplaşmalarına tanık olarak izliyor oluşudur. Hatta 3D sunulan doğa ve diğer görüntülerle filmin tabiatına davet edilen seyirci zamanla kendi hür bakışını kazanarak filmin içinde bir gezintiye çıkar. Bu durumda Avatar için şu açıkça söylenebilir; bu film, şimdiye kadar yapılmış beyaz adamın ötekine olan vicdan hesaplaşması filmlerinden eksik değil ama fazlasıdır. Bu saptama onun farklı bir bakıştan değerlendirilmesi gerektiğinin göstergesidir. Bu, Serpil Kırel’in Kültürel Çalışmalar ve Sinema adlı kitabında Purple Rose of Cairo filmi ve Diego Velasquez’in 1656 tarihli Las Meninas tablosu için belirttiği bakış trafiği, oyunu meselesi ile benzerlik gösterir. Filmin ana hikâyesi, Jake Sully’nin bakışından akarken zaman zaman seyircinin 3D teknolojisinin de yardımıyla filme dâhil olmasıyla bu bakış bozulur. Filmde sürekli olarak gösterilen görüntülü günlük kayıt sahnelerinde Jake kameraya bakar, seyirciyle göz teması halindedir ve seyircinin gözü kameranın vizörü ile bütünleşmiştir. Ancak görüntünün sol üst ve alt köşesinde yer alan kayıt bilgileri o anda video kayıt cihazının vizörüne bakmakta olan Jake Sully’nin bakışından kurtulmadığımız şüphesini uyandırır ve hemen ardından gelen görüntüde Jake, kamera ve de monitörü görürüz. Jake kameraya bakar, kameranın hemen sağ tarafında monitör durmaktadır ve o an Jake ile göz temasımızı monitör aracılığı ile sağladığımız anlaşılır. Jake Suly’yi kaydeden kameranın vizörü bizim gözümüzün yerine geçmez, biz seyirci bakışımızla kameranın sağında yer alan monitörden Jake’i izleriz. Bu durumda nesnel kamera monitör ile seyirci arasında konumlanmıştır.

Her iki filmde de doğaya yönelik işlenen suçlarla ilgili özeleştiri ve de insanlık eleştirisi vardır. Avatar, Hollywood’un yıllardır kullandığı kahraman askerler, gittiğimiz yerlere yardım ve demokrasi getiriyoruz, bilim ve teknolojide de çok ileriyiz klişeleri bu özeleştririnin merkezine yerleştirerek ve bambaşka bir şekilde sunarak farklı bir açılımda bulunur. Dolares Miralles Alberola, filmin sonunda beyaz adamın kazanmamasını hayretle karşılar. Tüm Amerikan kovboy filmlerinde eninde sonunda beyaz adam kazanır oysa ki. (2011: 2) Gerçekten de Avatar filminin sonunda kazanan beyaz Amerikalı askerler değildir, aksine yerli Na’vi klanı büyük yıkıntının ardından daha da güçlenerek galip gelir. Ancak unutulmamalıdır ki Na’vi klanı beyaz kahraman Jake Sully’nin dehası ile kazanır ve yine bir beyaz adam kurtarıcı rolündedir. Ancak burada filmin başından sonuna kadar seyircinin yerli Na’vi klanının tarafında olması, beyaz adamın filmin sonunda gerçek bir Na’vi olmayı tercih etmesi ve hayatının kalanını dünyaya geri gönderilen beyazların arasında geçirmektense Pandora’da sürdürecek olması düşünülmeli ve yapıcı bir eleştirinin daha yerinde olacağı atlanmamalıdır.

Sonuç olarak Avatar filmi, hikayeden, anlatıya, kurgudan, karakterlere ve seyircide bıraktığı izlenimlere kadar pek çok açıdan Hayao Miyazaki’nin Prenses Mononoke’sine benzemektedir.  Her iki filmin seyirciye bakışında iyimser bir çaba gözlemlenir.[ii] 1970’li yılların başından bu yana popüler Japon animasyonun bilincinde olan Amerikan medya dünyası son zamanlarda Miyazaki gibi belirli anime yönetmenlerinin gücünün bilincinde, Japon animasyon endüstrisinin her yaşa hitap edebilen yaygınlığının farkında olmalı ki film endüstrisinde Japon ortak yapım, anime uyarlamaları, patent uygulamaları veya göndermelere yer vererek yeni açılımlar sergilemektedir. Bu yolda geliştirilen teknolojilerin de etkisi yadsınamaz. Zira 3D tecrübesi son zamanların yaygın yeni medya örgütlenme biçimlerinde olduğu gibi katılımcı, izleyici tepkisine açık ve dolaylı olarak daha demokratiktir.  Bu noktada anlatı, bakış ve seyirciyi konumlandırma konusundaki  bu gelişmeler sürekli olarak gelişip, genişletilerek devam edecektir.

Kaynakça:

Kırel, S. 2010. “Kültürel Çalışmalar ve Sinema” içinde, s. 121-228. Bakışların Bana Biraz Cesaret Versin!:Bakış, Toplumsal Cinsiyet ve Sinema,  İstanbul: Kırmızıkedi Yay.

Kırel, S. 2010. “Kültürel Çalışmalar ve Sinema” içinde, s. 325–444. Temsil ve Ötekinin Algılanması: Doğu, Batı ve Sinema,  İstanbul: Kırmızıkedi Yay. 

MacNamara, E. 2010.  “An anti-racist critique of Avatar”.http://www.ufv.ca/Assets/Writing+Centre/$!e2$!80$!9cAn+Anti-Racist+critique+of+Avatar$!e2$!80$!9d.pdf   Erişim Tarihi: 21 Nisan  2011. 

Bowman, J. 2010.  “Avatar and the Flight from Reality”.  http://www.thenewatlantis.com/docLib/20100303_TNA27Bowman.pdf  Erişim Tarihi: 21 Nisan  2011.

Alberola M., D. 2010.  “Avatar: A Tale of Indigenous Survival?”.  http://www.inter-disciplinary.net/wp-content/uploads/2010/06/mirallespaper.pdf  Erişim Tarihi: 21 Nisan  2011. 

Hunter, S. 2010. James Cameron’s Unbelievium: The many idiocies of Avatar, Culture and Civilization: Şubat.

Cohen, A. 2009. “Next-generation 3D medium of Avatar underscores its message.” The New York Times. http://www.nytimes.com/2009/12/26/opinion/26sat4.html

Erişim Tarihi: 30 Mayıs 2011.

Newitz, A. 2009. “When will white people stop making movies like Avatar?” io9. http://io9.com/5422666/when-will-white-people-stop-making-movies-like-avatar

Erişim Tarihi: 30 Mayıs 2011.

Ryan, M. & Kellner, D. 1990. Politik Kamera: Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası. İstanbul: Ayrıntı Yay. 

http://www.wikipedia.org/ Erişim Tarihi: 6 Haziran 2011

Cameron, J. & Landau, J. (Yapımcılar). Cameron, J. (Yönetmen). (18 Aralık, 2009). Avatar [uzun metraj film]. Amerika Birleşik Devletleri: 20th Century Fox. 

Miyazaki, H. (Yapımcı).  Miyazaki, H. (Yönetmen). (12 Temmuz, 1997).  Prenses Mononoke [uzun metraj anime].  Japonya: Studio Ghibli.


[i] Filmde gerçek hayatta olmayacak çok şey olur. Perdedeki filmde, hayranlık uyandıran cesur ve beyaz gezgin bir kâşif olan Tom Baxter karakterini görürüz. Seyirciler arasında sıradan bir ev kadını olan Cecilia vardır. Başlangıçta çok açık bir biçimde belli olmasa da aslında salondaki seyircilerin izlediği filmdeki ana karakterlerden biri olan kaşif Tom Baxter perdeden fırlayarak varlığının anlamını bulmaya çalışacaktır (Kırel, 2010: 180).

[ii] Öyle olmasa bile seyirci niyet sorgulamasında ya bir kafa karışıklığı yaşar ya da iyimser yaklaşır. Tabiki karşı sesler de yok sayılmaz. Ancak burada vurgulanan filmin asıl amacı değil izleyiciye bıraktığı somut veridir. Doğa değerlidir. İnsanların ve diğer canlıların kendi habitatları içerisinde yaşama hakkı tartışılamaz. Buna engel olan herşey bu tutuma karşılık bir ceza görür.

Bülten kaydı için tıklayınız